Advertisement

Monetize your website traffic with yX Media

Şeytan kimin neresinde?


Prof. Tayfun ATAY'ın 29 Nisan 2019 tarihinde t24.com.tr'de yayımlanan yazısıdır.

Yazının aslına t24.com.tr adresinden ulaşabilirsiniz.

Muhammed Ali’nin manidar bir sözü var: “Allah insanı yarattı; Şeytan da milleti…”

Yunan asıllı İngiliz mühtedi Hamza Andreas Tzortzis’in Atatürk’ün adını hiç geçirmese de bariz şekilde onu işaret eden ve “Şeytan’ın dostu” nitelemesi etrafında şekillenen sözleri, biraz sakin değerlendirildiğinde aslında ne yeni ne de özgün... Atatürk için böyle, üstelik daha açıktan konuşanlar hep oldu. Ona “Put” da denmiştir. “Deccal” bol bol denmiştir. Başka bir dolu ağır, hakaret dolu ifade hiç eksik olmamıştır yıllar boyunca; biliyorsunuz, biliyoruz.
Belki geçmişte daha çok kuytu köşelerde fısır fısır söylenmekteydi, ama artık açıktan gazete köşelerinde, sosyal-medya paylaşımlarında ve ulu orta her yerde karşımıza çıkmakta böyle sözler.   
Dolayısıyla Tzortzis vakası bu bakımdan eşsizlik arz etmiyor. Onun üzerinde durulması gereken başka yanları var. En önemlisi de işin teatral, dramatize ve “gösteri çağı”nın gerekleriyle uyarlı, “zamanın ruhu”nu yakalamış bir “şov” formatında yapılandırılmış olması.
Demek istediğimi şöyle açayım: Mesela ömrünü Atatürk düşmanlığına hasretmiş Kadir Mısıroğlu, neredeyse torunu yaşındaki Tzortzis’in sosyal medyaya düşen konuşmasında yer alan ifadeleri on yıllarca, üstelik çok daha zengin ve ayrıntılı içeriklenmiş olarak dillendirdi, hâlâ da dillendiriyor. Ama onun “izlerkitlesi” (audience), hiçbir zaman 1980 doğumlu Tzortzis’in Boğaziçi Üniversitesi’nde karşısındaki gençler gibi olmadı, olamaz da.
Tzortzis’i ayırt eden, konuşmasını günümüz görsel kitle kültürüyle uyarlı bir “seyirlik eğlence” (entertainment) haline dönüştürebilmiş olması. Bir yazar, entelektüel veya ideologdan ziyade şovmen ya da standup’çıyı andırır performansla karşımızda olması. Bu performansla bağlantılı olarak da gayet “kıvrak” şekilde ne söyleyecekse kendisi söylemeyip karşısında onu dinlemeye gelmiş olanlara söyletiyor olması…
Dikkat edin, onu Atatürk’e hakaret etti, saydı sövdü diye itham edebileceğiniz hiçbir şey yok ortada. Tzortzis, Atatürk adını telaffuz etmiyor; Atatürk’ü ima etse dahi ona “Şeytan’ın dostu” demiyor, ama bu ifadeyi, elbette retorik bir soru eşliğinde güle oynaya salondakilere kullandırtıyor.
Dolayısıyla bu zeki, kıvrak ve işini bilir adama yaklaşırken dikkatli olmak lazım. Hele hele sosyal medyada ona öfkeyle ardı arkası kesilmeyen galiz sözler, küfürler etmek ve onun Yunan kimliğine, soyuna-sopuna takılıp ırkçı nefret suçu işlemeye varacak duygusal, romantik, ergen tepkiler göstermek!.. Bunlar yanlış, ayıp, çirkin olmanın ötesinde haksızı haklı, mağruru mağdur ve aleladeyi “fevkalade” kılacak sonuçlar doğurur.
Biz, Tzortzis’in ima ettiklerini bırakıp doğrudan ne demiş, ona bakalım ve o doğrultuda konuşalım!..
Sözleri şöyle:
“Seküler [laik] Türklerin nereden geldiğini bilmeniz gerekiyor. Hatırlayın ki büyük bir mücadele verdiler -isimlerini vermeyeceğim- İslam’ı bu ülkede yerle bir etmek isteğiyle... Bu, bu kadar basit. Eğer kendi tarihinizi okursanız, bu şahsın ve diğerlerinin memleketinizden İslam’ı kaldırmak istediklerini anlarsınız. Beni de onun bu memlekette ne kadar çok resmi olduğu ilgilendirmez. Bunun bir önemi yok. Hakikat, ortada. Sonuçta dininizi ortadan kaldırmak için uğraş verdiler. Örtünmeyi kaldırdılar, ezanı kaldırdılar, Arapçayı kaldırdılar, İslami eğitimi kaldırdılar. Bu, Allah’ın dostu mudur, yoksa Şeytan’ın dostu mudur? Siz düşünün! Ben bunun cevabını vermeyeceğim. Birisi size ezanı yasaklıyorsa, insanlara laik olmalarını söylüyorsa, Allah’ın kelamını, şeriatı, örtünmeyi kaldırıyorsa, Kuran’ı ve imamı fırlatıp atıyorsa bu, Allah’ın mı, Şeytan’ın mı dostudur?.. Kimdir bu? Kimin arkadaşı...? [Dinleyenler arasından sesler: ‘Şeytan’ın…Şeytan’ın!..’]
Ben demedim! Siz dediniz!.. [Gülmeler, alkışlar, temaşa ki ne temaşa!..]”
Görüldüğü üzere Tzortzis isim vermiyor; “Atatürk” demiyor, “O, Şeytan’ın dostu” da demiyor.
Temaşa sanatından örnekler eşliğinde, “Ben demedim, sen dedin” diyor!..
Peki başka ne diyor?..
“Örtünmeyi kaldırdılar, ezanı kaldırdılar, Arapçayı kaldırdılar; Kuran’ı fırlatıp attılar” diyor.
“Dininizi ortadan kaldırmak için bir uğraş verdiler” diyor.
Onun esas bu dediklerine odaklanmak lazım!..
Cumhuriyeti kuran o “seküler Türkler”, örtünmeyi kaldırmadılar; örtünmeyi zorunlu olmaktan çıkardılar. İsteyen örtünür, isteyen örtünmez dediler.
O “seküler Türkler”, ezanı kaldırmadılar; ezanı Türkçe okuttular.
Ezan bu memleketin semalarında hiçbir zaman susturulmadı. Namaza Arapça değil, Türkçe davet yapıldı. Hem de segâh, suzinak, ferahnak, saba gibi çeşitli makamlar denenerek; Türkçenin Arapçadan ayrılan okunma (telaffuz) teknikleriyle uyarlı bir ahenk yaratmaya dikkat edilerek; Hafız Burhan’lar, Hafız Kemal’ler, Hafız Zeki, Hafız Nuri, Hafız Rıza, Hafız Fahri, Hafız Rifat beyler öncülüğünde kılı kırk yaran bir çalışma ile oldu bu (Cumhuriyet Ansiklopedisi – Cilt 1: 1923-1940, YKY, 2002, s. 186-187).
Amaç, “ulus-devlet Türkiye” ile uyarlı şekilde ibadetin dilini Türkçeleştirmekti.
Aynı doğrultuda, o “seküler Türkler”, Kur’an’ı fırlatıp atmadılar, onu da hadis derlemelerini de duaları da besmeleyi de yine “millî” bir esasla Türkçeleştirme girişiminde bulundular. Bunda büyük ölçüde başarılı da olundu. Bugün herkesin evinde bir ya da birkaç Kur’an meali varsa; Kur’an tilavetine hemen her zaman Türkçe tercüme eşlik ediyorsa; bir şekilde İslam’ın kelamına, duasına Türkçe nüfuz edilebiliyorsa bundandır.
O “seküler Türkler” Arapçayı niye kaldırsın; Arapça değil, Türkçe konuşuluyordu bu topraklarda… Türkçeyi ifade etmede kullanılan harfler değişti, o kadar. Evet, bir “kültürel yörünge değişimi” (Batılılaşma) ile bağlantılıdır bu tasarruf ve o çerçevede değerlendirir, tartışırsınız. Ama bunu, dini ortadan kaldırmakla, İslam’ı yerle bir etmekle ilişkilendirmek, esasen İslam’ı Araplık ve Arapçayla özdeş saymaktır ki bakın bu konuda rahmetli Prof. Dr. Neşet Çağatay nelerin altını çiziyor:
“Kur’an, bugünkü biçimi ile yazılı sahifeler halinde gökten yaprak düşer gibi düşmedi. Onun gökten indiğini, yazılı olarak geldiğini veya Allah tarafından Arapça hitab edildiğini söylemek küfürdür. (…) Allah, buyruklarını ve yasaklarını Peygamberlerin kalbine doğdurur. (…) Bazı kişiler Kur’an metninin Arap harfleri ile ve Arap dili ile yazılmış olmasından dolayı Arap dilini, hatta Arap harflerini kutsal saymaktadırlar. Bu nedenle de Kur’an’ın Türkçeye çevrilemeyeceğini, başka harflerle yazılamayacağını söylerler. [Kur’an] Araplara indiği, Peygamber de Arap olduğu için onların dili ile yazılmıştır. Gerçekte kutsal olan ne Arap dili, ne de Arap harfleridir. Kutsal olan, Kur’an’ın içindeki Allahın yasakları ve buyruklarıdır. İslâmda zarf değil mazruf yani, kap değil içindeki önemlidir”(N. Çağatay, 100 Soruda İslam Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1972, s. 132-134).
Türk ve İslam tarihi uzmanı, İlahiyat Fakültesi’nde profesör olarak ömür tüketmiş Neşet Çağatay Hoca böyle söylüyor. “Dün bir-bugün iki Müslüman” olmanın coşkusu, heyecanı ve hamlığı ile konuşan, bu bakımdan Yusuf İslam’ın ilk zamanlarını, onun “Birinci Yusuf Dönemi”ni yankılayan (bkz. Ali Köse, Üç Yusuf Bir İslâm, Etkileşim Yayınları, 2005) Hamza Andreas ise diyor ki “Seküler Türkler, dini ortadan kaldırmak, İslam’ı yerle bir etmek istediler”.
Yukarıda kaydettiklerimizden aşikâr ki Türkiye’de dinin ortadan kaldırılması değil, “Türkleştirilmesi/Türkçeleştirilmesi” istendi. Tekrar edelim, bu isteğe dayalı tasarrufları, “bürokratik marifet” olması; yukarıdan aşağıya, devletten topluma empoze olması; din adına yerleşik gelenek, alışkanlık ve eğilimleri sarsmış olması itibarıyla tartışabilir, eleştirebilirsiniz. Ama dinin bu ülkede kaldırılmak, yok edilmek istendiğini söyleyemezsiniz.
İslam adına “Cumhuriyet-öncesi” ile irtibatlı iktidar ve otorite kaynakları bertaraf edilmiştir (Halifelik, Şeyhülislamlık, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması; tekke-zaviyelerin, medreselerin kapatılması; ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu). Ama bir ulus-devletin isterleriyle uyarlı yeni İslamî otorite kaynağı da var edilmiştir (Diyanet).
Amaçlanan esasen dini tasfiye etmek değil, ulusal çerçevede tanzim etmektir.
Tabii İslam söz konusu olduğunda bu değişme ya da “reform” girişimini de “Şeytan’a dostluk”la irtibatlandırmakta ısrar edenler ve bunlara şakşakçılık yapanlar olacaktır, bunu önleyemezsiniz.
Aslında bu yaklaşımın varacağı nihai nokta, ulus ve uluslaşmayı yani milli devleti “şeytan-işi” saymaktır ve nitekim Türkiye’de halifelik kaldırıldığında hayal kırıklığı yaşayan Hint Hilafet Hareketi’nin öncü isimlerinden Muhammed Ali’nin bu bakımdan hayli manidar bir sözü vardır:
“Allah insanı yarattı; Şeytan da milleti…”
Bunu da bir yandan Atatürk’e “Şeytan’ın dostu” nitelemesini hak görürken diğer yandan Müslüman olduğu ölçüde kendini “millî” ve milliyetçi de sayan, yaşlısıyla genciyle, çığırtkanı şakşakçısıyla bütün “izlerkitle”lerin nazarı dikkatine sunup bitirelim.

Yorum Gönder

0 Yorumlar