Advertisement

Monetize your website traffic with yX Media

Osmanlı Devleti'nde İlk Sefir: İbrahim Paşa'nın Sefaretnamesi - 1719


Osmanlı Devleti, 1793 yılında sürekli diplomasi uygulamasına geçilinceye değin, yabancı devletler nezdine ad hoc, yani belirli sürelerle ve belirli görevleri yerine getirmek üzere elçiler gönderirdi. Ad hoc Osmanlı elçilerinin gittikleri yabancı ülkelerde gözlemlerde bulunmak ya da gördükleri yerler hakkında, yurda dönüşlerinde Padişah'a raporlar sunmak gibi bir zorunlulukları yoktu. Artık, bu ilk Osmanlı etçilerinden bazıları , gittikleri ülkelerde dikkatlerini çeken olayları veya buralarda edindikleri izlenimleri dile getiren raporlar kaleme almışlardı. İşte, bu belgelere '' sefaretname'' ad, verilirdi.

Osmanlı elçilerinin sefaretnamelerinde, genellikte, Osmanlı elçilik heyetinin geçtiği yerlerde yapılan törenler, sınırdaki elçi değişimi töreni, elçi ve maiyetinin kılık ve kıyafetleri ve yabancı hükümdarlara ve devlet adamlarına sunmak üzere beraberlerinde götürdükleri değerli armağanlar, Osmanlı elçisinin yabancı hükümdar tarafından kabulü ve bu ülkede gördüğü saygı ve ikram, görevi süresince zamanı nasıl geçirdiği, yabancı ülkede gördüğü yenilikler ve görevinin bitiminde, ülkeden ayrılış törenleri tüm ayırtılarıyla yer almaktaydı.

Sefaretnameler, o dönemlerde Batı'yı hemen hemen hiç tanımaya, Osmanlı Devleti ve toplumu açısından Batılı uluslar, bunların yaşayış biçimleri, adet ve görenekleri ve uygarlık düzeyleri hakkında en doğru bilgi kaynaklarını oluşturmuştur. Osmanlı elçilerinin sefarethanelerinde yer alan bilgiler, Osmanlıların yabancı ülkelere ve uluslara ilişkin görüşlerini önemi ölçüde etkilemiş ve elçiler, buralarda gördükleri yenilikleri Osmanlı ülkesine de getirmeye çalışmışlardır.


Osmanlı Elçisi İbrahim Paşa'nın kısa yaşam öyküsü

Karlofça Antlaşmasıyla elden çıkmış olan Azak kalesiyle Mora kıtasının Osmanlı Devleti tarafından geri alınması Avusturya'yı telaşa düşürerek, intikam alması sırası kendisine geldiğini tahmin ile, Avusturya, Venediklilerle arasındaki ittifaktan dolayı, Mora'nın iadesini Osmanlı Hükümetinden istemiş ise de, teklifinin reddedilmesi üzerine, iki Devlet arasında yapılan savaş, Osmanlı kuvvetlerinin yenilgisi ve Pasarofça Antlaşmasının akdi ile sonuçlanmıştı. (1718)

Padişah ili. Ahmet zamanında Avusturya ile akdedilen Pasarofça Antlaşmasından sonra, iki Devlet arasındaki dostluk ilişiklerini yeniden kurmak için, İbrahim Paşa elçi olarak Viyana'ya gönderilmişti. İbrahim Paşa aslen Gürcü'ydü. Enderun - u Hümayun'da eğitimini gören İbrahim Ağa, İkinci Sultan Mustafa zamanında Silahtarlık yapmış, daha sonra hastalığı nedeniyle emekliye ayrılmış ve Padişah III. Ahmet zamanında da, iki kez Nişancılık görevini üstlenerek, Rusya ile hududun kesilmesine memur bir heyette  de görev almıştı.

Zeki ve bilgin bir kişi olan İbrahim Paşa, yabancı dil de bilirdi. Pasarofça Antlaşmasının akdedileceği zaman, Şıkkı  Sani Defterdarı idi. Bilgisi ve yaptığı işler, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın ilgisini çekmişti. Pasarofça Antlaşmasının akdinde, Devlet - i Aliye'den Antlaşmaya vekil olarak tayin edildi ve Antlaşmanın akdini müteakip, kendisine ''Rumeli Beylerbeyi'' unvanı verilerek, Viyana'ya elçi olarak gönderildi. İbrahim Paşa, sefaretinden iki yıl sonra, (1721) yılında ölmüştü. Mezarı İstanbul'da Atik Ali Paşa mezarlığındadır

İbrahim Paşa'nın Viyana elçiliği sırasında, Padişah III. Ahmet tarafından Nemçe Kralına {Avusturya Kralı) gönderilen Name - i Hümayun ile armağanlar, Raşit Tarihi'nde ayrıntılı olarak anlatılmıştı.

İbrahim Paşa'nın Sefaretnamesini, maiyetinden birinin yazdığı anlaşılmaktadır. Bu Sefaretname, 1907 yılında Avusturyalı müsteşrik Dr. KreaIitz tarafından Almanca'ya çevrilerek, Viyana'da yayınlanmıştır. Aynı metni, daha sonra Ahmet Refik Bey, Tarih - i  Osmani Encümeni Mecmuasının 40. sayısında (s. 211) eski yazı ile yayınlamıştır. Sefaretnamenin yazması. ''Viyana, Nat. Bib. No. 1090 (Flügel, Katal. 282) ''de bulunabilir.

İbrahim Paşa'nın "Viyana Sefaretnamesi"

Giderken ve gelirken izlenen seyahat yolunu konak ve yol mesafeleriyle bildiren, sınırda elçi değişimi törenini tüm ayrıntılarıyla anlatan, Belgrad'ın o günkü durumu ile Avusturya'nın halini, elçinin Avusturya imparatoru tarafından kabul törenini açıklayan ve Osmanlılarca pek tanımayan Avusturya ülkesini ve toplumunu ilginç yönleriyle tanıtmaya çalışan İbrahim Paşa'nın Viyana Sefaretnamesinin büyük bir bölümünü,. bugünkü dile çevirerek, sizlere aktarmaya çalışacağız. İbrahim Paşa Sefaretnamesinin başında, Elçi İbrahim Paşa ve maiyetinin, 1131 yılı Cemaziyülevvelinin ikinci günü (22 Şubat 1719.) İstanbul'dan hareket etmekle, Niş'e gelinceye değin konakladıkları yerler ve konaklama süreleri yer almakta ve şöyle devam edilmektedir: ''Cemaziyülahır ayının 18'nci günü (8 Mayıs 1719 ) Niş'e geldik. Burada kent dışında çadırlar kurarak, otuz altı gün oturduk. Yeniçeri Ağası olan Büyük Vezir Abdullah Paşa Hazretleri daha önceleri Rumeli Valisi olduğu için, Niş kentinin hamisi de o idi ve tüm maiyeti ile birlikte , kale içinde değil taşrada oturuyordu. Ancak, Elçi Paşa Niş'e geldiği zaman, Elçi Paşa'yla beraber o da Niş'e, gitti. Elçi tam otuz altı gün Niş'te kaldı. Otuz (altı gün Niş'te kalmasına neden de, Nemçe Kralı (Avusturya kralı) Karoloş'un (VI. Şarl) elçisi henüz Beç'ten (Viyana) ayrılmadığı için, onu beklemek amacıyla Niş'te kalmak zorunluluğunda olmasıydı. Bu durum karşısında, Abdullah Paşa'yla Elçi Paşa, Çavuşlar Kethüdasını (çavuşların başı) Belgrad'a gönderdiler; Avusturyalı elçiden bir haber alabilmek için, Avusturyalı elçi de ( Nemçe elçisi), o sıralarda tüm maiyeti ve doksan beş gemi ile Belgrad'a gelmek için yola çıkmıştı. Çavuşlar Kethüdası hemen geri dönerek Paşalara Elçi'nin Belgrad'a geldiğini haber verdi.

''Yabancı Elçi, Recep ayının 24'üncü günü (12 Haziran 1719) Niş'e geldi. Fakat daha önce Padişah, Hükümet merkezinden Abdullah Paşa Hazretlerine ferman gönderip Rumeli eyaleti ve Niş'te bulunan yeniçeri ortalarından dört orta, topçu ortalarından bir orta ve on pare top alarak, Elçi Paşa ile birlikte sınıra kadar gitmesini ve elçileri burada birbirleri ile görüştürerek, konuşma sırasında yanlarında bulunmasını emretmişti. Fermanda buyurulduğu gibi, askerler ve Elçi Paşa sınıra geldiler. Sınıra gelmek için, Kanlıkavak'ta iki saat Aleksinse'de dört saat, Raçine'de dört saat, Paraminde altı saat konakladılar.

''Önceleri Defterdar olan Sarı Mustafa Paşa Hazretleri sınır çizgisini saptamak üzerse, Raçine ile Parakin'in arasına, her iki tarafa üçer saat uzaklıkta üç taş dikti; böylece, Raçine'den kalkarak sınır taşına gelindi. Sınır taşına bir saat uzaklıkta Kınalıoğlu ismiyle anılan ünlü çiftlikte, Abdullah Paşa Nemçe Elçisi için gölgelikler ve çadırlar kurdurttu. Bir saat orada kalındı . ''Nemçe Elçisi sınıra gelsin'' diye haber gönderildi. ''Geldiler'' diye haber geldi. Paşaların ikisi de mehterhanelerini çalarak, sınır taşına varmak için yol koyuldular Sınır taşına yakın bir yere Elçi Paşa bir gölgelik kurdurtmuştu. Abdullah Paşa, maiyeti ile birlikte oraya geldi ve oturdu. Nemce Elçisi de, kendi tarafında sınır taşına yakın bir yerde konaklamıştı. Nemçe Elçisinin adamlarından üç kişi gelerek: ''Elçimiz geldi, sizden haber bekliyor'' dedi. Elçi Paşa, Rumeli Çavuşlar Kethüdası ile Kapcılar Kethüdasını Nemçe Elçisi tarafına gönderdi. ''Elçi Paşa geliyor'' diye Abdullah Paşa, Elçi İbrahim Paşa'yı çadırların olduğu yerde bıraktı: kendi mehterhanesini çalarak ve tüm eyalet halkı da arkasında olmak suretiyle, ortalar on adet topları çekerek, sınıra doğru yola çıktılar.

Nemçe tarafından ise, Belgrad Generali olan Otovar ismindeki Serasker (ordu komutanı), elçisini geride bırakarak, sınıra doğru geldi. Askerleri on beş bin kadar vardı. Osmanlı askeri de on beş bin kadardı. Abdullah Paşa bizim tarafın sınır taşına geldi. Nemçeli ise, kendi tarafında olan taşın yanına geldi. Sınır taşı, üç dikili taştan ibaretti ve bunların araları kırkar adımdı. Abdullah Paşa da, General Otovar da at üzerinde idiler, ikisi de 1 birbirlerine ''attan insinler'' diye bakıyorlardı .Nihayet, General tahammül edemeyip attan indi ve Abdullah Paşa da bunu görünce, o da attan inmek zorunda kaldı. Öyle oldu ki, General ayağını üzengiden çıkarmak üzereyken, Abdullah Paşa da inmeye teşebbüs etti. O zaman ikisi de sanki aynı anda inmiş gibi oldular. Bizim taraftaki taştan ortadaki taşa kadar Abdullah Paşa yürüyerek geldi. İki Serasker ortadaki taşa doğru koştular, el ele vererek oturdular ve Elçiliğe ilişkin konuşmalar yaptılar. Recep ayının 27nci Perşembe günü {15 Haziran 1719) idi ve hava güneşli ve çok güzeldi. Bir hayli sohbetten sonra, Abdullah, Paşa Elçi İbrahim Paşa'ya "teşrif buyursunlar'' diye haber saldı. İbrahim Paşa da oturduğu çadırdan çıktı) kalavi (vezirlerin giydiği telli sarık) giyerek ve sorguç (başa takılan tuğ) takarak, atına bindi. Enderun ağaları (Saraydaki gençleri eğitenler) arkasında olmak suretiyle ve mehter alayı mehterlerini çalarak, sınır dışına varmak üzere yola çıkıldı. Nemçe Elçisi de kendi tarafında ata binip, tıranbetesini çaldırarak, sınır taşına gelmek üzere yola düştü.

Fakat hava birden bire bozdu, elçilerin ikisi de sınır taşlarına geldikleri zaman, yağmur yağmaya başladı. iki elçi attan inmeyerek, bir süre birbirlerine baktılar. Nihayet Nemçe Elçisi dayanamayarak attan inmeye uğraşırken, bizim Elçimiz de attan indi. Böylelikle, iki elçi birden aynı anda attan inmiş oldular. Kırkar adını yürüyerek, ortadaki taşa geldiler ve el ele verdiler. O sırada bizim Seraskerimiz Abdullah Paşa ve Nemçe Seraskeri General Otovar da ayakta duruyordu. Dördü bir arada bir dörtgen halinde oturdular fakat yağmur da bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı. Ancak, onlar aldırmadılar. Barış ve ilişkileri hakkında uzun konuşmalar yaptılar; soru ve cevapları bittiği zaman, yağmur da dinmişti. Bu konuşmalar sırasında, gerek bizim taraftaki adamlarımız ve askerlerimiz gerekse onların adamları ve askerleri, yerlerinden hiç kıpırdamadı ve oldukları yerlerde kaldılar.

''Abdullah Paşa, Elçi İbrahim Paşa, Nemçe Elçisi ve Belgrad Generali barış konuşmalarını bitirdikten sonra, her iki tarafın askerlerine ''şenlik yapılsın'' diye emir verildi. Bizim tarafımızdan askerlerimiz birer yaylım tüfenk attılar. On pare top atıldı . Nemçe tarafından dahi bir yaylım tüfenk atılarak, on pare de top atıldı. Daha sonra iki taraftan ikişer yaylım tüfenkle, onar pare top atıldı. Bu törenden sonra, Abdullah Paşa Hazretleri Elçi İbrahim Paşa'nın elini eline alarak: ''Ali Osman Padişahının Büyükelçisidir. İki Devlet arasında barışı sağlamak ve antlaşmaları uygulamak için, yurdunuza gönderilmiştir. Allah'ın izniyle yine burada dönüşünü sağ ve salim beklerim ve bunu sizden beklerim'' dedikten sonra, elçimizi Belgrad Generaline testlim etti. General de kendi elçilerinin elini eline alıp: ''Bizim elçimiz de Nemçe Kayzeri'nin (''benzetmek gibi olmasın, Nemçe dilinde Kayzer Padişah demektir'' - yazar) Büyükelçisidir. Biz de kendisini aynı yerde sağ ve salim sizden isteriz'' diyerek, Abdullah Paşa'ya teslim etti. Bundan sonra sıra ağırlıklara ve maiyete geldi. Bizim ağırlığımız Nemçe tarafına ve sınırına geçti. Nemçe'nin maiyet ve askerleri de bizim sınıra geçti. Abdullah Paşa Nemçe Elçisini alarak, bizim sınıra getirdi. Bizim Elçimiz İbrahim Paşa Hazretleri ise, Belgrad Generali ile onların sınırına ve Parakine'ye geçti. General de o gece Parakine'de kaldı.

Sabah olunca taraflarından komsar atandı. ''Komsar'' demek zahire verici demektir. 400 kadar atlı asker tayin olundu. General de atına binip, askeri ile Belgrad'a gitti. Komsar, 400 atlı asker ve Elçimiz, Beç'e (Viyana) gitmek üzere yola çıktılar. Yagudine'de dört saat, Deve Bağırtan'da dört saat, Patçine'de dört saat, Hasan Paşa Plankası'nda altı saat, Kolar'da elli iki saat, Hisarcık'ta dört saat, Belgrad sınırında beş saat konakladıktan sonra Belgrad'a geldik. Belgrad'a girdiğimiz zaman, General Otovar buraya daha önce geldiği için, öyle büyük bir alay düzenlemişti ki, bunu anlatmaya imkan yoktur. Atlı ve yayalarla birlikte, binlerce insan bizi karşıladı. Kaleden de 160 pare top atarak, şenlik yaptılar. Alayımız Suva Çarşısı semtine gidecek ve o semte en yakın bir mezarlığın arazisinde konaklayacaktı. Ancak, bu mezarlığın sade ismi kalmıştı. General Otovar, mezarlığın tüm taşlarını söktürmüş, kaleye koymuş savaşta harap olan Suva semti ve kalesini eskisinden daha güzel ve mamur yapmış, kalenin içine muhariplerden başka hiçbir gayrimüslimin girmesine kesinlikle izin verilmemiş ve her tarafa karakolcu koymuştu. Yabancı bir kişinin buraya girmesi kesinlikle yasaktı.

''Yukarıdan sekiz kalyon indirilerek, kale karşısında Tuna nehrinin üstünde sıralanmıştı. (Kalyon, bordalarında iki veya üç topu olan, armaları bulunan ve dörtgen yelkenle bezlenmiş, birinci sınıf savaş gemisidir.)

Tuna semtindeki evleri ve dükkanları meyhane haline sokmuşlardı ve Suva Çarşısındaki dükkanlarda, eskiden olduğu gibi alış - veriş yapılıyordu. Reaya fakirlerine (müslüman çiftçiler) Nemçeliler çok eziyet etmişler ve reaya, onların elinde aciz kalmıştı. Camileri yıkmışlar, bu camilerin kimini sultan odaları yapmışlar, kimini de silah deposu haline getirmişlerdi. Camilerin yalnızca minareleri duruyordu. Bir minarenin de külahını yıkarak saat yapmışlardı ki, bu hala çalışıyordu. Yalnızca bir hamam alıkoymuşlardı ki, bu hala çalışıyordu. Hamamların bazılarını da ev olarak kullanmışlardı.''

Belgrad'da dört gün kalındıktan son Viyana yolu üzerinde konaklanılan yerler ve buralarda görülen kale ve kentlerin durumları anlatılmakta ve İbrahim Paşa ve maiyetinin Viyana'ya girişi, Sefaretnamede şöyle tasvir edilmektedir:

''Ramazan ayının 28inci Pazartesi günü (14 Ağustos 1719) Beç kalesine alayla girilmek istemiyordu. Dergah - ı Ali yeniçerilerinden elli tüfekçi tayin edilmişti. Bir gün evvel yani Pazar günü Nemçe Çasarı tarafından gönderilen bir haberde, tüfekçilerin Paşa Hazretlerinin arkasında yürümeleri ve tüfeklerini yukarı kaldırmaları yani baş aşağı tutmaları ayrıca, imparator tarafından da tüfekli Nemçelilerin tayin olunacağı, bunların da Paşa'nın arkasında yürümeleri ve tüfeklerini baş aşağı tutmaları bildirilmişti. Bizim tüfekçilerimiz, ''Biz Paşamızdan ayrılmaz ve tüfeklerimizi de baş aşağı tutmayız'' diye haber yolladılar. '' Alaylarda ne yapı yorsak, aynı şekilde hareket ederiz'' dediler. Böylece, Pazartesi günü alay yola koyuldu. Paşa Hazretleri kalavi giydi, sorguç taktı ve atına bindi. Tüfekçiler ise, Paşa'nın arkasında, tüfeklerini yukarı doğru tutarak yürüdüler. Tüfekçilerin arkasında Enderun Ağalar {iç ağaları) vardı. Fakat Kral'ın alayı bizi öyle bir karşıladı ki, şimdiye değin böyle bir alay görülmemiştir.

''Böyle bir alayla Beç'e girdik. Komsar, gereken yerlerde askerlere tayın dağıttı . Velhasıl ayın 22nci Pazartesi günü Elçimiz Kral'a ''Dünyaların Padişahı'' Padişahımız Hazretlerinin name - i hümayununu vermeye gitti. O gün de görülmemiş bir alay düzenlemişlerdi. Alay takımı şöyle idi: Önce Nemçe'nin tüfekli askerlerinin arkasında Divangah (Divan üyeleri) ve gönüllüler, onların arkasında Kethüda Bey ve daha arkada Şevketlü Padişah Hazretleri tarafından gönderilen armağanlar, Hazinedar Ağa ile Müftah (anahtar) Ağası, Akkam Ağası (deve ile eşya taşı yan kişi), Divan Çavuş Ağaları (asıl görevleri Divan günleri hizmet, mübaşirlik ve icra kuvvetlerine yardımcılık etmek olan bir sınıf). Sakallı Ağalar, Paşa Yedekleri, Tercümanlar,  Kapıcılar Kethüdası, bunların arkasında Elçi Paşa Hazretleri Kral'ın gönderdiği özel araba (hintov) ve Elçi'nin arkasında tüfekçiler ve Enderun Ağalar, ile birlikte, Kral'ın yanına gidildi. Padişahımız Hazretleri tarafından gönderilen name - i hümayun, Paşa Hazretleri'nin önünde giden Divan Efendisi'nin elindeydi. Böylece, Kral Sarayına gelindi. Daha önce Çavuş Ağalarına Paşa'yı alkışlamasınlar diye tembih olunmuştu. Onlar da alkışlamadalar. Elçi Paşamız hintovdan indi ve Kral'ın yanına girdi. Paşa ile birlikte maiyetindeki on üç kişi de Kral'ın yanına girdi. Kral ayakta duruyordu. Paşa Hazretleri gereken sözleri söyledi. Kral Vekili ise, ''Çok uygun ve çok makul konuştunuz'' dedi. Elçi Paşa da name - i hümayunu vererek, getirdiği armağanların listesini söyledi. Kral Vekili (yani Kral'ın adına konuşan kişi), ''getirsinler dedi ve armağanları testim ettiler. Kral'ın protokol icabı , yabancı elçilerin yanında konuşması adet değildi.

''Elçi name - i hümayunu ve armağanları teslim ettikten sonra, dışarı çıkarak hintova bindi ve kendisine ayrılan saraya alayı ile beraber geldi. Aradan iki gün geçtikten sonra, Elçimiz Kral'ın Başbakanı olan Prens'e (Öjen de Suvua) gitti. Prens dernek Kral'ın mühür sahibi veziri demekti. Etçi, onun da mektuplarını ve peşkeşini (armağanlar) verdi. Başbakana da yine protokol icabı a1ayla geldi. Prens, adet olmadığı için, daha önce Kral'ın divanına gelmemişti. Fakat Prens'in sarayında Elçimizi çavuş ağaları alkışladılar. Bundan sonraki günde, bir gösteri niteliğinde olmak üzere bir gün top şenliği yaptılar. Aslında bu top şenliği, yılda bir kez Kral'ın doğduğu gün münasebetiyle ve bir de Kara Mustafa Paşa'nın Beç'e gelip de, bozguna uğradığı günü kutlamak üzere yapılırmış.

''O günlerden birinde Kral'ın anası öldü. Uç gün ölüsünü gömmeden herkese gösterdi. On iki doktor ölünün karnını yararak, bağırsaklarını çıkarıp kimyevi maddelerle muameleden sonra, karnını baharatla doldurup üç gün beklettiler ve gövdesini Beç kalesinin içinde bulunan büyük manastırın meşatlığına (hıristiyan mezarlığı) koydular. Bağırsaklarını da başka bir manastırın meşatlığına gömdüler. Nemçeliler bunu bize böylece anlattılar: gerçek olduğunu sanırız. Kral bu duruma çok üzüldüğünden, kendisine hizmet eden tüm Nemçeliler kara giysiler giydiler. Bir yıl bütün halk siyah giyermiş, adetleri böyle imiş.

''Beç kalesin in dışındaki varoşları (mahalleleri) çok genişti. Binaları yüksek olup, her bir bina sekiz - dokuz kattı ve tüm binalar kagirdi. Kale kapıları ise Kızıl Kapı, Macar Kapısı, Venedik Kapısı, Çasar Kapısı, Yeni Kapı, ikinci bir Yeni Kapı, Su Kapısı, Eski Kapıydı. Eski Kapı kapalıydı. Eskiden Kara Mustafa Paşa o kapıdan içeri girdiği için, o kapıyı şimdi kapalı tutuyorlarmış. Sözünü ettiğimiz sekiz kapının önlerinde birer büyük tabya vardı, etraflarında da birer kat hendek vardı ve bu hendekler genişti. Tuna nehri kale dibinden akıyordu. Yukarıdan Tuna'dan çevirterek, suyu kente akıtmışlardı, tersanesi de oradaydı. Kaleye bakan kale emini vardı. Kalenin içi çok eğlenceli olup, gece saat üç buçuğa (alaturka saat) kadar tüm dükkanlar açıktı ve dükkanların saçaklarında birer cam fener yanardı, adeta donanma gibiydi, Kale kapıları dahi, saat üç buçuğa (alafranga saate göre, 23.00 - 24.00 arası) kadar açık durur, sonra kapatılırdı.

"Beç kalesinin varoşları ise şunlardı: Venedik varoşu, Liboleşten (Leopold) varoşu, Macar varoşu, Marya hilfe varoşu (bugünkü Mariahilfestrasse)  Suntular (St. Olrich) varoşu, Karvatendolfer varoşu, Rosva varoşu, Vizin varoşu, Vidin varoşu ki bunların tümü dokuz varoştu ve hepsi de çok güzel ve süslüydü. Varoş üzerindeki evler çok büyük olup çok mükellefti. Civardaki köyler de tıpkı birer kent gibi mamur ve güzeldi. Bir buçuk saatlik uzaklıkta bir kale vardı ki buna Sultan Süleyman Köşkü diyorlardı. Burası çok iyi ve ince işlenmiş bir kale olup kalenin, bizim Yedikule'nin ki gibi yirmi kulesi vardı. Burası Kral'ın arslan evi yapmışlardı. Kral'ın burada üç arslanı vardı, bunların ikisi küçük, birisi de büyüktü. Beç'e iki konak kala yerde dört kaplanı vardı ki, bunlar çok güzeldi. Birkaç da ayısı ve bir de çok acayip bir kuşu vardı. Büyüklüğü dört hindi kadar olan bu kuşun rengi siyahtı pençeleri de göğsündeydi. Meyvelerine gelince, Beç'te her türlü meyve bulunuyordu. Sadece zeytin yoktu. Fidanını gördük ama meyve vermiyordu. Çok güzel çiçekleri olmakla beraber, İstanbul'unkilere benzemiyordu. Beyaz katmerli sümbülleri çok güzeldi. Bakımlı ve çok güzel bağ ve bahçeleri vardı.

''Dokuz ay beş gün Beç'in içinde oturduk Bu süre sonunda Elçi Paşa, Kral'dan mektup almaya gitti. 1132 yılının cemaziyülahır ayının beşinci Cumartesi günü (14 Nisan 1720). Elçi Paşa Kral tarafından gönderilen hintova binip ve kalavi giyip, Kral'ın sarayına gitti. Daha önce Çavuşlara tembih edildiği için, bunlar, Elçi'yi alkışlamadılar. Paşa Hazretleri, 'Kral'ın yanına on altı adamla girdi. Kral onu ayakta karşıladı ve Kral Vekili, Elçi Paşamıza her şeyin yolunda olduğunu, barış ve sükunun devam edeceğini, herhangi bir taraf bir bozgunluk çıkarmak isterse, bunların derhal önleneceğini söyledi. Elçi Paşa da, ''Çok makul düşünüyorsunuz, hepsini kabul ediyoruz'' dedi. Kral'ın mektubunu aldı, Divan Efendisine verdi ve on altı adamı ile birlikte Kral'ın odasından çıktı. Elçi Paşa çıkarken, Kral başından şapkasını çıkararak onları selamladı ve Elçi Paşa alayla kendi konağına geldi. Aynı ayın on beşinci Salı günü, Elçimiz Başbakan olan Prens'e, onun mektubunu almak üzere gitti. Prens, mektupla birlikte Elçi'nin götüreceği armağanları da verdi. yine alayla Prens evi ne giden Elçi Paşa, alayla konağa döndü. İkinci gün, Elçi mirahorunun (ahırcıların başı), develeri, katırları ve karakullukçularını (Yeniçeri ocağında ne kıdemsizler) karadan Belgrad'a gönderdi. Altıncı gün ise Otuz Tuna'dan Yeniçeri gemi ile yola çıkardı. Otuz kişi yolda öldü.

İbrahim Paşa'nın Sefaretnamesinde dönüş yolunun tasvirine geçilmeden önce, daha evvelki yıllarda Osmanlılar ve Avusturyalılar arasında cereyan etmiş olan birkaç ilginç olaya değinilerek, şunlar yazılmıştır:

''Sultan Süleyman Beç'e sefer yapıpda, bozguna uğradığı zaman, Kasım Voyvoda isminde ünü yedi ülkeyi aşan bir savaşçı, kırk bin adamı ile bu savaşta, Beç'ten iki saat ötede şehit olmuş,  hala söylerler ki, her Cuma gecesi o yerde tekbir sesleri (gülbeng Muhammedî) işitilirmiş. O sıralarda Deli Seydi Paşa Budin (Macaristan) valisi imiş. Bu Paşa çok bahadır, gazi ve devletin yüce görevlilerinden biri imiş. Budin'den Beç'e giden bir· tüccar kervanının Nemçe topraklarında mallarını, çalmışlar, kervan sahibinin kendisi de zaten ünlü bir tüccar imiş. Tüccar Budin'e geri gelerek, durumu Seydi Paşa'ya anlatmış, o da Beç Kralı'na bir buyruldu (emirname) yazarak, tüccarın başına gelenleri anlatmış. ''Malı Beç topraklarında çaldıkları için, bunu buldurup acele tarafımıza gönderesin" diye yazmış, ''Hırsızlar. bulunmadığı takdirde, zarar ve ziyanı kendim ödersin; şayet yok dersen, tacın ve tahtın elinden gider, bunu böyle bilesin'' demiş. Buyruldu Kral' a ulaştığı zaman, Kral buna hiç aldırmamıştır. "Böyle olmaz, yarın bunu Paşanıza iletin'' demiş. Seydi Paşa bu haber gelince sinirlenerek, kırk adamını tıpkı onların kılığına sokarak, Beç'e yollamış, bu kırk adam Beç'e gelerek, kalenin içindeki bir kiliseden bir papazı kaçırmış ve papazı Budin'e, Seydi Paşa'ya getirmişler. Ancak, Kral'ın bu papazın çalınmasından hiç haberi olmamış. Seydi Paşa, Önce papazın boynunu vurmak istemiş fakat etrafındakiler çok rica etmişler, bunun üzerine Seydi Paşa da onu affetmiş Kral'a haber salmışlar: ''Seydi Paşa falan kiliseden bir keşiş kaçırttı, boynunu vuracaktı, yalvardık ve onu affettirdik. Bilmiş ol ki tacın, tahtın elinden gider, acele bezirganların eşyalarını geri gönder." Kral bu olayı duyunca, başına şapkası dar gelmeye başlamış. Hemen kiliseden papazı aratmış. Onlar da, ''Kırk adam geldi, papaz da onlarla beraber yok oldu'' demişler. Kral o zaman, ''Keşiş gitti. Beç de elimden gidecek', demiş ve tüccarın zarar ve ziyanını kendi cebinden ödemiş. Beç'te Leopoldstadt'ta Seydi Paşa'nın heykelini yapmışlar, bu hala durur. Başında kafes - i sarığı ve altın haleli sorgucu iledir; keşiş önünde diz çökmüş Paşa'nın sağ elinde kılıç keşişin başını hemen orada vuracakmış gibi durur."

Sefaretnamenin bundan sonraki kısmında, Viyana'dan İstanbul'a dönüş yolunda konaklanılan yerler ve görülen bazı ilginç olaylara değinilmektedir:

''1132 yılı Receb - i Şerif'in ikinci Perşembe günü (10 Mayıs 1720) Beç'ten ülkemize gelmek üzere ayrıldık. On beş adet gemi ile Belgrad'a geldik. Fişament kasabasına yirmi dört saatte gelindi. Boconi kalesine uğradık, bu kale ve şehri Tuna kıyısında çok güzel bir kentti. Kiliselerinden birinin içinde çatal kızlar (ikizler) yaşıyordu. Bunlar, Allah tarafından kalçalarından birbirlerine bitişik: olarak doğmuşlar; gövdeleri iki, elleri ikişer ve ayakları da ikişerdi. İkisi başka başka giysiler giyip, beraber oturup beraber kalkıyordu. On altı yaşlarında olup birisi çok güzel, diğeri ise çok çirkindi ve deliydi. Belden aşağıları tek bir giysi içinde, üst taraflar., ise iki giysili idi. Bu kızları bizzat gördüğümüz için buraya yazdık, yoksa birinden duyarak, yazmış değiliz."

İbrahim Paşa'nın Viyana Sefaretnamesi, Belgrad'a gelinceye değin, uğranılan çeşitli konaklama yerlerine varış ve buralarda kalış sürelerinin belirtilmesi ve yol üzerinde konaklanılan ve görülen kalelerin ve kentlerin durumlarının tasvir edilmesiyle son bulmaktadır.


Yayın: Hüner TUNCER, İbrahim Paşa'nın Viyana Sefaretnamesi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Yorum Gönder

0 Yorumlar